|
Savaş
çığlıkları
Cüneyt Özdemir
Özel bir jet ile Ankara'dan Diyarbakır'a uçuyorduk. Uçakta bir kameraman , bir sesçi,
muhabir ve prodüktör vardı.
Bir de ben...
Onlar Körfez savaşının ardından Bağdat üzerinden Türkiye'ye gelmişlerdi. Diyarbakır'da
Kervansaray otele yerleştik. Saddam Hüseyin'in kimyasal bombalarla kendi halkına yönelik
kullanıp, ayaklanmaları bastırdığı ve pek çok mültecinin Türkiye sınırına doğru
yola çıktığı haberleri geliyordu. Önce Silopi'ye gitmeyi düşündük. Ancak yaptığımız
araştırmalar asıl göç dalgasının Hakkari'ye ulaşacağı yönündeydi. Diyarbakır'a
geldiğimiz Jet çoktan İstanbul'a dönmüştü. Tekrar fakslar çekildi, jet birkaç
saat sonra tekrar Diyarbakır havaalanına inmişti. Kameraman, muhabir, sesçi ve ben uçağa
bindik. Prodüktör Diyarbakır'da kalmıştı. Van'a akşam saatlerinde vardık. Bir
otele eşyalarımızı bıraktık bir taksi tuttuk ve Hakkari'ye doğru yola çıktık.
Van - Hakkari yolunda Van'dan çıktığınızda koca bir dağı tırmanırsınız. O dağı
tırmanıp arkamıza baktığımızda inanılmaz bir manzara vardı. Belki gördüğüm en
güzel renkler en vahşi coğrafya. Sanırım Güneydoğuya ben ilk bu gittiğim seyahatte
vuruldum. Bu görüntüyle hem de... Binlerce metrelik bir dağın tepesinde arkanızda
ihtişamı ile batan kıpkırmızı bir gülle ve gölgesinin üzerine uzandığı
kilometrelerce bir vadi. Güneşi arkamıza aldık ve Hakkari'ye doğru yola devam ettik.
Nerede ise her 5-10 kilometrede bir kontrol noktasında bekleyen askerler vardı. Her
seferinde duruyor ve kimliklerimizi kontrol ettiriyorduk. Hava karadıktan sonra yola
devam etmememiz söylendi.
Ama "Hayır edecektik". Net tavrımız karşısında bize deli gözü ile
baksalar da izin veriyorlardı. İznin kapısını aralayan ise o büyülü kelimelerdi
"Irak'tan gelecek mültecileri görüntülemeye gidiyoruz."
Birkaç saat sonra yağmur yağmaya başladı. Ama ne yağmur, göz gözü görmüyordu.
Hakkari yolu çetindir. Keskin virajlar ile solunuzda tepesini göremediğiniz bir dağ sağınızda
ise delicesine akan ZAP sizlere eşlik eder.Zap'a bakması bile ürkütür insanı. Gece
karanlığında kontrol noktaların arasında zaman zaman silahlı adamlara rastladığımızı
hatırlıyorum. Dost mu düşman mı, belli değildi.
PKK'nın bölgede korku rüzgarları estirdiği günlerde böyle bir gece yolculuğu
delilikti. Biz de delirmiştik sanrım. İlk kez gazeteci cesaretini o arabanın içinde
beraber yolculuk ettiğimiz JEFF adındaki kameramanda görmüştüm. Uyarılara kulak asmıyor
, biz ürktükçe o gülümsüyordu. Önce Hakkariye vardık. Durmadan devam ettik.
Hedefimiz Çukurca'ydı.
Çukurca'ya ilk vardığımızda sabah saat 05.00 suları olmalı. Tan vaktiydi. Hava aydınlanmak
üzereydi ve etraf çamur içindeydi. Yağmur sonrası etrafı yoğun bir sis kaplamıştı.
Önsüzde binlerce on binlerce insan vardı. Birkaç çadır benzeri bez parçası , tamamı
açıkta binlerce insan.
Etraf bir film setini andırıyordu. Bu insanlarsa tarihi bir trajedinin gerçek kurbanları.
Birkaç dakika içinde çekime başlamıştık. Dağlardan insanlar daha yeni geliyorlardı.Görebiliyorduk.Yamaçtan
aşağıya ellerindeki birkaç torba ile aileler iniyordu. Yiyecek hiç ama hiçbir şey
yoktu.
Hayatımızın en korkunç görüntülerini kameraya ve hafızamıza kaydetmeye başladık.
Etrafta soğuktan yüzleri gözleri morarmış çocuklar vardı. Yalınayaktılar. Herkes
koca bir çamur denizinin içinde yüzüyor gibiydi. Çadıra benzeyen birkaç çaput ve
naylonun altında ısınmak için kadınlar birbirine yakın duruyorlardı. Her naylonun
altında nerede ise 20 -30 kişi vardı. Yanlarda kalanlar çamurun içindeydiler.Yer çamurdu,
heryer çamur içindeydi...
Büyükler günlerdir yürümenin yorgunluğu ile çaresizce yere , çamurun içine çömelmişlerdi
çocuklar kadınlar çamurda oturuyordu.. Ve hava soğuktu,. İnanın çok soğuk.Yağmur
bir duruyor bir başlıyordu. O koca karabulut aklımda kalmış bir de. Naylon parçalarının
üzerine çöreklenmiş o kara bulut...
Irak'dan sınıra yürüyene kadar birkaç gün geçmişti. Birkaç gündür dağlarda
patikalardaydılar. Hepsi ayrı yollardan gelmişti. Bu çamur deryası son bir kaç gün
öldürülme korkusu ile kıyaslandığında yine de iyi gibi geliyordu çoğuna.
Etrafta BBC ekibi vardı bir de Fuat KOZLUKLU. İkimizde aynı şirkette çalışıyorduk.
Vise -News. Sonradan Routers olmuştu. Dizlerine kadar çamur içindeydi Fuat'da.. Benim
de durumum birazdan aynı onun gibi oldu. Yağmur yeniden başlamıştı ama durum o kadar
çaresizdi ki yağmurdan sığınacak bir gölgelik bile yoktu. Türkiye sınırında
askerler çaresizlik içinde gelenleri Türkiye'ye sokmamaya çabalıyorlardı ama mümkün
değildi.Onlar da bu trajedi karşısında ne yapacaklarını şaşırmış gözüküyorlardı
Arada bir uzaklardan bir bombaya benzer patlama sesi duyuluyordu. Mayın olduğunu anladık
kısa süre sonra. Sınırı öbür taraftan geçmek isteyen mülteciler mayınlara basıp
ölüyorlardı.
En korkunç resim ise elinde mosmor bir bebek ölüsü olan kadındı. Yağmurun altında
kıpırdamadan ayakta duruyordu. Öfkenin çaresizlikle nasıl bulamaç edilip gözlere akıtıldığını
o kadında görüyorduk. Ağlamıyordu. Sadece duruyordu. Öylece bize bakıyordu.
Kimse aldırmıyordu kadına. Biraz ötesinde bir adam. "İki gündür taşıyor bebeği
bize vermiyor" dedi.
Çadırların arasında yürürken ağıtlar yükseliyordu. Yüzlerce çadırın hepsinde
en azından bir ölü, bir kayıp vardı. Kimsenin kimsenin derdine derman olacak durumu
da yoktu. Felaket karşısında can derdi bu olmalıydı işte. o an tek istedikleri yağmurun
durmasıydı. Tüm hayat gayesi, herşey, herşey yağmurun durması.
Kamerayı sık sık siliyorduk. Hava o kadar soğuktu ki objektif sık sık buğulanıyordu.
Ağladığımı hatırlıyorum. Daha doğrusu bir yandan çekim yapıyor bir yandan ağlıyorduk.
Kimse kimseyle konuşmuyordu. iz de sadece çekiyor mikrofonu uzatıp bir kaç soru
soruyorduk. Birşeyler yapmak istiyorduk ama kime, hangi birine.
Çekimlerimizi yaptık geldiğimiz arabaya bindik ve hemen Van'a doğru yola çıktık.
Arabada saatlerce konuşmadan yolculuk ettik. Biz geri geliyorduk ama onlar orada kalmıştı.
Görüntüleri Van'daki otel odasında montajladık ve bizi bekleyen jet'e verip Diyarbakır'a
yolladık.
Dünya'nın Türkiye Irak sınırında gördüğü ilk görüntüler bunlardı işte.
Ertesi gün Van'dan Çukurca'ya taşınmaya karar verdik.
Açlık korkunç boyuttaydı. Çukurca'daki ekmek fırınlarının önüne binlerce kişi
birikiyordu. Ama yetmiyordu , yetmesinin imkanı yoktu.
Tek tük gelen yardımlar ise izdiham yaratıyordu. Hergün kampın içine girip bu açlık
manzaralarını ekrana taşıyorduk. Birgün kameramızı bir yardım kamyonunun önüne
koyduk ve beklemeye başladık. O görüntüleri hatırlarsınız belki... Hani bir
kamyonun üzerinde insanların ekmek almaya çalışan ellerinin uzandığı görüntüyü.
O ellere sopayla vuran adamın görüntüsünü.
Yaklaşık bir saat boyunca bir yardım kamyonunun vahşi hayvanlar gibi çaresiz
insanlarca nasıl mantıksızca, hırsla talan edildiğini çekmiştik.
Bu görüntüler Amerikan kamuoyunu harekete geçirmişti. Bir süre sonra birkaç tonluk
yiyecek paketleri savaş uçakları tarafından Çukurca'daki kampa atılmaya başlandı.
İlk tablo trajikti. Yardımları almak için sürü halinde koşan insanların üzerine düşen
yiyecek paketlerinin altında üç kişi ezilip ölmüştü. Herşey o kadar büyük bir
karmaşa içindeydi ki yiyeceklerin altında kalıp insanların öleceği düşünülmemişti
ne yazık ki...
Daha sonra bu yardım sandıklarının atılması kamp dışına kaydırıldı.
Kilometrelerce koşuyorduk sandık paraşütlerinin peşinde. Dağlara atılıyordu.
Erkekler çadır benzeri paravanlara yiyecek getirmek için bu sefer keçilerle yarışıyordu.
Yiyecek paketleri atılmaya başlansa da kampta durum berbattı. Salgın hastalıklar yüzünden
ani ölümler başladı. Kampın birinci haftası dolarken Saddam'dan kaçanlar şimdi de
hastalıklara yakalanmışlardı.
Ölü kokusunu ilk duyduğunda insan konduramıyor. Yok canım diyor...
Ama bir süre sonra havada asılı duran o kokunun insanların çürüyen bedenlerinden yükselen
kokular olduğunu anlıyor. Kampı bir süre sonra kesif bir ölü kokusu sardı. İlk ölenler
elbette bebekler ve çocuklardı. Bir süre sonra bir kepçe gelip kampın yanındaki
yamaca mezarlar kazmaya başladı. Küçük bebek mezarları. Onlarca, yüzlerce, yanyana.
Bir ayin gibi her aile geliyor beyaz bir örtüye sarılı küçük bir külçeyi kalbinin
yarısı ile beraber yanyana kazılan bebek mezarlarına gömüyordu. Allahım ne kadar çoktular.
Yanyana mezarlar topluca kapatılıyordu. ne bir taş ne bir iz...
Kadınların çığlıkları yankılanıyordu. Mezarını bile bir daha göremeyecekleri
bebekleri gömerken ne Saddam ne Amerika umurlarındaydı. Acı , o kesif ölü kokusun
bile gölgede bırakıyordu.
Çukuruca'ya birgün yolunuz düşerse tepedeki karakolun yanındaki yamaca dikkatle bakın.
Bir savaşın bebek kurbanları yatıyor o yamaçta...
İnsanlar günler geçtikçe kirden görünmez bir hale gelmişlerdi.
Çadırlar dağıtılsa da her şey bir izdiham ve karmaşa içindeydi. En büyük trajedi
ise bu insanlarla oturup konuştuğunuzda ortaya çıkıyordu. Gelecekleri yoktu. Ne
olacaklarını bilmiyorlardı.
Umutsuzluğun rengi neydi diye sorarsanız, kampın üzerindeki bulutlar gibiydi diyeceğim
sizlere.
Karaydı ve karanlıktı.
Arasıra jiplerle sınırda mülteci aramaya çıkıyorduk. Dağlarda yollarını şaşırmış
mültecilere rastlıyorduk. Dağ köylerine sığınmışlardı. Çukurca'nın biraz üzerinde
bir köy vardı. Bakın adını bugün unutmuşum. Üzümlü'ydü sanırım adı...
Binlerce mülteci gelmişti.
Herkesin yaşama standardı aynıydı. Köylüler azınlıkta kalmıştı . Bir kenarda
yorgun askerler duruyordu. Herkes mi perişan durumda olur?
Herkes perişandı. askerler günlerdir yorgundular ve odunlardan yaktıkları bir ateşte
çay kaynatıyorlardı. Ne büyük nimetti çay...
Nerede ise, bu tamamı gerçek filmin üzerinden 12 yıl geçmiş. O günlerde bir ay
boyunca Çukurca'da kalıp bir trajedinin günlüğünü tutmuştum.
Peki şimdi bunları neden yazıyorum?
Tuzu kuru bir şekilde İstanbul'da Ankara'da Washington'da Irak'a karşı bir
operasyondan sonra kaç kişinin sınıra geçeceği gayet normal bir bir şeymiş gibi
anlatılıyor. Hesaplar yapılıyor. Kimseden yine çıt yok.Yaşamayan bilmez elbette ama
benim gözümde oluşacak tablo üç aşağı beş yukarı canlanıyor.
Hatırlatayım dedim.
Her şey masabaşlarında çıkar hesapları gözetilerek yapıldığı kadar hesaplı
gitmeyecek insanlık adına. Emin olun.
Orada o dağlardaki ölü bebek mezarlarının yeri kaybolup gitse de ölü bebek kokuları
daha hafızalardan silinmedi. Yeni mezarlar açılacak. Ben kendi adıma söyleyeyim bu
pervasızlıktan bu sorumsuz , vurdumduymaz tutumlardan hesaplardan insanlık adına utanç
duyuyorum. Hala birşeyler yapılabileceğini umuyorum.
Duyururum.
|
YANIKOĞLU II MAĞAZASI AÇILDI
(Eski Mavi Market)
ismetbaytak@hotmail.com
kuzeyege@yahoo.com
|