baslik1.jpg (7323 bytes)      

market2.gif (15838 bytes)

16 ARALIK 2002      SAYI: 530

baslik2.jpg (10108 bytes)

 Site İndeksi

Haberler

Köse yazıları

Politika kazanı

Kunye

Resmi telefonlar

Biraz Gülelim


Savaş çığlıkları

Cüneyt Özdemir


Özel bir jet ile Ankara'dan Diyarbakır'a uçuyorduk. Uçakta bir kameraman , bir sesçi, muhabir ve prodüktör vardı.
Bir de ben...
Onlar Körfez savaşının ardından Bağdat üzerinden Türkiye'ye gelmişlerdi. Diyarbakır'da Kervansaray otele yerleştik. Saddam Hüseyin'in kimyasal bombalarla kendi halkına yönelik kullanıp, ayaklanmaları bastırdığı ve pek çok mültecinin Türkiye sınırına doğru yola çıktığı haberleri geliyordu. Önce Silopi'ye gitmeyi düşündük. Ancak yaptığımız araştırmalar asıl göç dalgasının Hakkari'ye ulaşacağı yönündeydi. Diyarbakır'a geldiğimiz Jet çoktan İstanbul'a dönmüştü. Tekrar fakslar çekildi, jet birkaç saat sonra tekrar Diyarbakır havaalanına inmişti. Kameraman, muhabir, sesçi ve ben uçağa bindik. Prodüktör Diyarbakır'da kalmıştı. Van'a akşam saatlerinde vardık. Bir otele eşyalarımızı bıraktık bir taksi tuttuk ve Hakkari'ye doğru yola çıktık.
Van - Hakkari yolunda Van'dan çıktığınızda koca bir dağı tırmanırsınız. O dağı tırmanıp arkamıza baktığımızda inanılmaz bir manzara vardı. Belki gördüğüm en güzel renkler en vahşi coğrafya. Sanırım Güneydoğuya ben ilk bu gittiğim seyahatte vuruldum. Bu görüntüyle hem de... Binlerce metrelik bir dağın tepesinde arkanızda ihtişamı ile batan kıpkırmızı bir gülle ve gölgesinin üzerine uzandığı kilometrelerce bir vadi. Güneşi arkamıza aldık ve Hakkari'ye doğru yola devam ettik.
Nerede ise her 5-10 kilometrede bir kontrol noktasında bekleyen askerler vardı. Her seferinde duruyor ve kimliklerimizi kontrol ettiriyorduk. Hava karadıktan sonra yola devam etmememiz söylendi.
Ama "Hayır edecektik". Net tavrımız karşısında bize deli gözü ile baksalar da izin veriyorlardı. İznin kapısını aralayan ise o büyülü kelimelerdi "Irak'tan gelecek mültecileri görüntülemeye gidiyoruz."
Birkaç saat sonra yağmur yağmaya başladı. Ama ne yağmur, göz gözü görmüyordu. Hakkari yolu çetindir. Keskin virajlar ile solunuzda tepesini göremediğiniz bir dağ sağınızda ise delicesine akan ZAP sizlere eşlik eder.Zap'a bakması bile ürkütür insanı. Gece karanlığında kontrol noktaların arasında zaman zaman silahlı adamlara rastladığımızı hatırlıyorum. Dost mu düşman mı, belli değildi.
PKK'nın bölgede korku rüzgarları estirdiği günlerde böyle bir gece yolculuğu delilikti. Biz de delirmiştik sanrım. İlk kez gazeteci cesaretini o arabanın içinde beraber yolculuk ettiğimiz JEFF adındaki kameramanda görmüştüm. Uyarılara kulak asmıyor , biz ürktükçe o gülümsüyordu. Önce Hakkariye vardık. Durmadan devam ettik. Hedefimiz Çukurca'ydı.
Çukurca'ya ilk vardığımızda sabah saat 05.00 suları olmalı. Tan vaktiydi. Hava aydınlanmak üzereydi ve etraf çamur içindeydi. Yağmur sonrası etrafı yoğun bir sis kaplamıştı. Önsüzde binlerce on binlerce insan vardı. Birkaç çadır benzeri bez parçası , tamamı açıkta binlerce insan.
Etraf bir film setini andırıyordu. Bu insanlarsa tarihi bir trajedinin gerçek kurbanları.
Birkaç dakika içinde çekime başlamıştık. Dağlardan insanlar daha yeni geliyorlardı.Görebiliyorduk.Yamaçtan aşağıya ellerindeki birkaç torba ile aileler iniyordu. Yiyecek hiç ama hiçbir şey yoktu.
Hayatımızın en korkunç görüntülerini kameraya ve hafızamıza kaydetmeye başladık. Etrafta soğuktan yüzleri gözleri morarmış çocuklar vardı. Yalınayaktılar. Herkes koca bir çamur denizinin içinde yüzüyor gibiydi. Çadıra benzeyen birkaç çaput ve naylonun altında ısınmak için kadınlar birbirine yakın duruyorlardı. Her naylonun altında nerede ise 20 -30 kişi vardı. Yanlarda kalanlar çamurun içindeydiler.Yer çamurdu, heryer çamur içindeydi...
Büyükler günlerdir yürümenin yorgunluğu ile çaresizce yere , çamurun içine çömelmişlerdi çocuklar kadınlar çamurda oturuyordu.. Ve hava soğuktu,. İnanın çok soğuk.Yağmur bir duruyor bir başlıyordu. O koca karabulut aklımda kalmış bir de. Naylon parçalarının üzerine çöreklenmiş o kara bulut...
Irak'dan sınıra yürüyene kadar birkaç gün geçmişti. Birkaç gündür dağlarda patikalardaydılar. Hepsi ayrı yollardan gelmişti. Bu çamur deryası son bir kaç gün öldürülme korkusu ile kıyaslandığında yine de iyi gibi geliyordu çoğuna.
Etrafta BBC ekibi vardı bir de Fuat KOZLUKLU. İkimizde aynı şirkette çalışıyorduk. Vise -News. Sonradan Routers olmuştu. Dizlerine kadar çamur içindeydi Fuat'da.. Benim de durumum birazdan aynı onun gibi oldu. Yağmur yeniden başlamıştı ama durum o kadar çaresizdi ki yağmurdan sığınacak bir gölgelik bile yoktu. Türkiye sınırında askerler çaresizlik içinde gelenleri Türkiye'ye sokmamaya çabalıyorlardı ama mümkün değildi.Onlar da bu trajedi karşısında ne yapacaklarını şaşırmış gözüküyorlardı
Arada bir uzaklardan bir bombaya benzer patlama sesi duyuluyordu. Mayın olduğunu anladık kısa süre sonra. Sınırı öbür taraftan geçmek isteyen mülteciler mayınlara basıp ölüyorlardı.

En korkunç resim ise elinde mosmor bir bebek ölüsü olan kadındı. Yağmurun altında kıpırdamadan ayakta duruyordu. Öfkenin çaresizlikle nasıl bulamaç edilip gözlere akıtıldığını o kadında görüyorduk. Ağlamıyordu. Sadece duruyordu. Öylece bize bakıyordu.
Kimse aldırmıyordu kadına. Biraz ötesinde bir adam. "İki gündür taşıyor bebeği bize vermiyor" dedi.
Çadırların arasında yürürken ağıtlar yükseliyordu. Yüzlerce çadırın hepsinde en azından bir ölü, bir kayıp vardı. Kimsenin kimsenin derdine derman olacak durumu da yoktu. Felaket karşısında can derdi bu olmalıydı işte. o an tek istedikleri yağmurun durmasıydı. Tüm hayat gayesi, herşey, herşey yağmurun durması.
Kamerayı sık sık siliyorduk. Hava o kadar soğuktu ki objektif sık sık buğulanıyordu.
Ağladığımı hatırlıyorum. Daha doğrusu bir yandan çekim yapıyor bir yandan ağlıyorduk. Kimse kimseyle konuşmuyordu. iz de sadece çekiyor mikrofonu uzatıp bir kaç soru soruyorduk. Birşeyler yapmak istiyorduk ama kime, hangi birine.
Çekimlerimizi yaptık geldiğimiz arabaya bindik ve hemen Van'a doğru yola çıktık. Arabada saatlerce konuşmadan yolculuk ettik. Biz geri geliyorduk ama onlar orada kalmıştı. Görüntüleri Van'daki otel odasında montajladık ve bizi bekleyen jet'e verip Diyarbakır'a yolladık.
Dünya'nın Türkiye Irak sınırında gördüğü ilk görüntüler bunlardı işte. Ertesi gün Van'dan Çukurca'ya taşınmaya karar verdik.
Açlık korkunç boyuttaydı. Çukurca'daki ekmek fırınlarının önüne binlerce kişi birikiyordu. Ama yetmiyordu , yetmesinin imkanı yoktu.
Tek tük gelen yardımlar ise izdiham yaratıyordu. Hergün kampın içine girip bu açlık manzaralarını ekrana taşıyorduk. Birgün kameramızı bir yardım kamyonunun önüne koyduk ve beklemeye başladık. O görüntüleri hatırlarsınız belki... Hani bir kamyonun üzerinde insanların ekmek almaya çalışan ellerinin uzandığı görüntüyü.
O ellere sopayla vuran adamın görüntüsünü.
Yaklaşık bir saat boyunca bir yardım kamyonunun vahşi hayvanlar gibi çaresiz insanlarca nasıl mantıksızca, hırsla talan edildiğini çekmiştik.
Bu görüntüler Amerikan kamuoyunu harekete geçirmişti. Bir süre sonra birkaç tonluk yiyecek paketleri savaş uçakları tarafından Çukurca'daki kampa atılmaya başlandı. İlk tablo trajikti. Yardımları almak için sürü halinde koşan insanların üzerine düşen yiyecek paketlerinin altında üç kişi ezilip ölmüştü. Herşey o kadar büyük bir karmaşa içindeydi ki yiyeceklerin altında kalıp insanların öleceği düşünülmemişti ne yazık ki...
Daha sonra bu yardım sandıklarının atılması kamp dışına kaydırıldı.
Kilometrelerce koşuyorduk sandık paraşütlerinin peşinde. Dağlara atılıyordu. Erkekler çadır benzeri paravanlara yiyecek getirmek için bu sefer keçilerle yarışıyordu.
Yiyecek paketleri atılmaya başlansa da kampta durum berbattı. Salgın hastalıklar yüzünden ani ölümler başladı. Kampın birinci haftası dolarken Saddam'dan kaçanlar şimdi de hastalıklara yakalanmışlardı.
Ölü kokusunu ilk duyduğunda insan konduramıyor. Yok canım diyor...
Ama bir süre sonra havada asılı duran o kokunun insanların çürüyen bedenlerinden yükselen kokular olduğunu anlıyor. Kampı bir süre sonra kesif bir ölü kokusu sardı. İlk ölenler elbette bebekler ve çocuklardı. Bir süre sonra bir kepçe gelip kampın yanındaki yamaca mezarlar kazmaya başladı. Küçük bebek mezarları. Onlarca, yüzlerce, yanyana. Bir ayin gibi her aile geliyor beyaz bir örtüye sarılı küçük bir külçeyi kalbinin yarısı ile beraber yanyana kazılan bebek mezarlarına gömüyordu. Allahım ne kadar çoktular. Yanyana mezarlar topluca kapatılıyordu. ne bir taş ne bir iz...
Kadınların çığlıkları yankılanıyordu. Mezarını bile bir daha göremeyecekleri bebekleri gömerken ne Saddam ne Amerika umurlarındaydı. Acı , o kesif ölü kokusun bile gölgede bırakıyordu.
Çukuruca'ya birgün yolunuz düşerse tepedeki karakolun yanındaki yamaca dikkatle bakın. Bir savaşın bebek kurbanları yatıyor o yamaçta...
İnsanlar günler geçtikçe kirden görünmez bir hale gelmişlerdi.
Çadırlar dağıtılsa da her şey bir izdiham ve karmaşa içindeydi. En büyük trajedi ise bu insanlarla oturup konuştuğunuzda ortaya çıkıyordu. Gelecekleri yoktu. Ne olacaklarını bilmiyorlardı.
Umutsuzluğun rengi neydi diye sorarsanız, kampın üzerindeki bulutlar gibiydi diyeceğim sizlere.
Karaydı ve karanlıktı.
Arasıra jiplerle sınırda mülteci aramaya çıkıyorduk. Dağlarda yollarını şaşırmış mültecilere rastlıyorduk. Dağ köylerine sığınmışlardı. Çukurca'nın biraz üzerinde bir köy vardı. Bakın adını bugün unutmuşum. Üzümlü'ydü sanırım adı... Binlerce mülteci gelmişti.
Herkesin yaşama standardı aynıydı. Köylüler azınlıkta kalmıştı . Bir kenarda yorgun askerler duruyordu. Herkes mi perişan durumda olur?
Herkes perişandı. askerler günlerdir yorgundular ve odunlardan yaktıkları bir ateşte çay kaynatıyorlardı. Ne büyük nimetti çay...
Nerede ise, bu tamamı gerçek filmin üzerinden 12 yıl geçmiş. O günlerde bir ay boyunca Çukurca'da kalıp bir trajedinin günlüğünü tutmuştum.
Peki şimdi bunları neden yazıyorum?
Tuzu kuru bir şekilde İstanbul'da Ankara'da Washington'da Irak'a karşı bir operasyondan sonra kaç kişinin sınıra geçeceği gayet normal bir bir şeymiş gibi anlatılıyor. Hesaplar yapılıyor. Kimseden yine çıt yok.Yaşamayan bilmez elbette ama benim gözümde oluşacak tablo üç aşağı beş yukarı canlanıyor.
Hatırlatayım dedim.
Her şey masabaşlarında çıkar hesapları gözetilerek yapıldığı kadar hesaplı gitmeyecek insanlık adına. Emin olun.
Orada o dağlardaki ölü bebek mezarlarının yeri kaybolup gitse de ölü bebek kokuları daha hafızalardan silinmedi. Yeni mezarlar açılacak. Ben kendi adıma söyleyeyim bu pervasızlıktan bu sorumsuz , vurdumduymaz tutumlardan hesaplardan insanlık adına utanç duyuyorum. Hala birşeyler yapılabileceğini umuyorum.
Duyururum.



YANIKOĞLU II MAĞAZASI AÇILDI

(Eski Mavi Market)

 

 

 

 

 

ismetbaytak@hotmail.com

kuzeyege@yahoo.com

 

cizgi1.jpg (425 bytes) cizgi2.jpg (579 bytes) cizgi3.jpg (545 bytes)

HER SALI GÜNCELLENİR